Milletleri ayakta tutan güç; iman ve sevgi ateşiyle yanan genç nesillerdir.
Her şeyini kaybetmiş ülkeler bile, bu ümitle yaşar. Ne yazık ki toplumlar, hasretle bekledikleri yeni nesillerin, birbirini yıkan dama taşları gibi art arda devrildiğini görmekte ve çaresizlik içinde kıvranmaktadır.
Gönüller, imanla ve onun bir meyvesi olan sevgiyle canlanır. Aksi takdirde ölür ve toplumlarını kısa bir sürede çökertirler. Dünya gençliğine bakınca, bir nebze teselli bulmamız mümkündür. Ancak yine de Cenab-ı Hakk’ın bizlerden beklediği sağlıklı yapıya kavuştuğumuz söylenemez.
Oysaki gençliğimiz, hem bizim hem de farkında olsun olmasın bütün dünyanın kurtuluş ümididir. Bu yüzden gözlerimiz, ahlâk, fazilet ve doğruluk gibi temel mefhumlardan taviz vermeyen, hayatının gayesini Allah’ın dinine hizmet bilen ve başkalarının kurtulmasını, en azından kendi kurtuluşuna denk gören gençlerin üzerindedir. Asr-ı Saadette olduğu gibi…
Fahr-i Kâinat Efendimiz (ASM) İslamiyet’ten önceki yıllarda dahi dürüstlüğün temsilcisi olmuş, yalana asla tenezzül etmeyen şahsiyetiyle dost ve düşman tarafından “emin” yani “güvenilir” lâkabıyla tanınmıştı.
İslam’ın ölüm kalım savaşı olan Bedir’de yaşanan bir hadise, O’nun bu özelliğini bütün âleme göstermişti. Bedir Gazvesinde sayıca kat kat fazla olan müşriklerle çarpışacak Müslüman gençlere büyük ihtiyaç duyuluyor. Birkaç kişi de olsa gelebilecek savaşçıların yolu gözleniyordu. O sırada on kadar mümin’in koşarak yaklaştığı görüldü. Efendimiz (ASM) onlara neden geciktiklerini sorunca:
“Ya Resulallah” dediler. “Kureşliler, bizi yakaladılar ve bırakmak istemediler. Fakat biz savaşa değil, Medine’deki evlerimize gidiyoruz deyince salıverdiler.
Peygamberimiz; “O halde derhal evlerinize dönünüz.” diye emretti. “Ben bu harbi, yeryüzünde doğruluğu ve ahlâkı yerleştirmek için yapıyorum, temeline yalan koyamam.”
İşte İslamiyet, böyle sağlam esaslar üzerine kurulmuştu. Ve Peygamberimizin dost ve düşmanı hayran bırakan vasıflarından biri de buydu.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (ASM) yüce davasını âleme ilan etmeden önce, çevresinde gençlerden meydana gelen bir nur halkası oluşturmuştu. Öyle ki, o kahramanlar ordusunun yüzde sekseni, 10 ile 25 yaş arasındaydı. Hz. Ali, Hz. Zübeyir, Hz Talha ve Hz. Saad (ra.) gibi sahabeler, o Cennet ordusuna daha çocuk yaşlarda katılmışlar ve bazıları daha dünyada iken cennetle müjdelenmişlerdi. Hz. Cafer, Hz Zeyd, Bilâl-i Habeşî, Abdullah Bin Mesud ve Hz. Ammar. (ra.) gibi kahramanlar da, yine onların ileri gelenleri arasındaydı.
Bu gençlerden biri olan Zeyd (ra.) Peygamber sevgisi ile güneşi kıskandıracak bir aşka sahipti. O öyle bir aşktı ki, Tâif’te taş yağmuruna tutulan Efendimize kendisini siper ettiğinde aldığı yüzden fazla yara, ona acı yerine lezzet veriyordu.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (ASM), Kur’an nurunu İnsanlığa hediye ettiği ilk yıllarda, müşrikler tarafından tahammül edilmez hakaretlere maruz bırakılıyor, hor görülüyor ve hatta Tâif’te olduğu gibi acımasızca taşlanıyordu. Ama etrafında pervane olan genç sahabeler, Efendimize (ASM) değil bir taşın dokunmasına, yakıcı bir güneş ışığına veya sıcak bir rüzgarın değmesine bile razı değillerdi. Bunlardan bir de Zeyd (Ra.) idi. O sıralarda 22 yaşında olan bu genç sahabe, O Zat-ı (ASM) muhafaza eden melâike ordusunu bile kıskanıyor ve kendisi gibi genç olan diğer sahabeler tarafından O’nun etrafında oluşturulan koruyucu etten duvarın en önünde yer alıyordu.
İman ve sevgi sırrındaki bu akıl almaz hikmet, Mekke sokaklarından bir sevda bestesi gibi bütün âlemlere yansıdı ve O’nu sevenlerin gönlüne ulaştı.
Zeyd’den bütün gençlere bir mesajdı bu. Ve “O’nu benim gibi sevmelisiniz.” diyordu.
Hz. Talha (Ra ) da, Uhud’da Efendimiz’e bir ok atıldığını görmüş ve kendi vücudunu ona perde yapınca eline saplanan okla çolak kalmıştı. Cennetle müjdelenen bu mübarek insan, çolak eline baktıkça elem değil, büyük bir mutluluk duyardı. Yine o gençlerden biri olan Hz. Ammar (ra.) anne ve babasını öldüren katillere, kendisinden daha fazla su ayıracak kadar Peygamber emrine itaatkârdı. Bedir Harbinde alınan esirlere kumandan tayin edilince, Efendimiz (ASM):
“Esirlere şefkatle muamele edin, yediğiniz lokma kadar lokma yedirin, içtiğiniz su kadar su içirin.” buyurmuştu.
Hz. Ammar (Ra.) der ki:
“Ben o gün, fazla suyumuz olmadığı için 12 yudum su içmiştim. Ama belki yanlış saymışımdır diye anne ve babamın katillerine 13’er yudum su içirdim.
O Nur halkasının siyah incilerinden biri de Bilâl-i Habeşi idi. Bu yüce insan, 70 dereceye varan kavurucu güneş altında müşrikler tarafından göksüne konan birkaç yüz kiloluk taşın ağırlığıyla ezilirken. Allah ve Peygamberine olan imanını haykıracak kadar canlı bir imana sahipti.
“Allah’ın Aslanı” lâkabıyla şöhret bulan ve düşmanlarını tir tır titreyen Hz. Ali (Ra) ise, o muhteşem görünüşünün gerisinde akıl almaz bir merhamet ve incelik sırrı taşıyordu. Hz. Ali, bir ağacın gölgesi altında dinlenirken, gizlice sokulan bir bedevinin kendisine kılıçla vurmak üzere olduğunu görünce, ona sadece bir baktı. Bedevi’nin kılıcı elinden düşmüştü.
Bedevi bu hareketinin sebebini açıklarken:
“Bir kabile reisinin kızına aşık oldum.” Diye konuştu. “Fakat o reis, seni öldürmeden kızını bana vermeyeceğini söylüyor.”
Hz. Ali (Ra.) o bedeviyi bir hamlede parçalayabilirdi. Ama onun bir kıza verdiği kalbini İslam ve Allah sevgisiyle dolduracak kadar esrarlı bir tavırla:
“Kılıcını yerden al ve boynumu vur.” Dedi.
“Benim başım, iki gönül arasına girmesin.”
Hz. Ali (Ra) de işte böyle bir kahramandı.
Fahr-i Kâinat Efendimiz’in (ASM) çevresinde gençlerden meydana gelen bir nur halkası oluşmuştu.
Fatih Sultan Mehmet, Peygamber Efendimiz’e (ASM) duyduğu muhabbettin bir mührü olarak, Rumeli hisarını kûfi hat ile “Muhammed” ismini resmedecek şekilde yapmıştır.
Cesareti ile bir avuç Müslümanı Habeşistan’a götüren ve sahip olduğu ilimle Habeş Meliki Necaşi’nin gönlünü fetheden Hz. Cafer (Ra) ise, henüz 20 yaşındaydı.
Peki ya gencecik kızlar ve kadınlar? İslam’ın ilk şehidi olan Hz. Sümeyye, hanımların mazhar olacağı bir şerefi çok öncelerden müjdelemiş ve bu ilahi fermanı tertemiz kanıyla imzalamıştı.
O mübarek şehidin arkasından giden Hz. Âişe’ler, Fâtima’lar, Rümeysa’lar, Esma’lar, Hz.Nesibe ve Habibe’ler, İslâm nurunu bütün âleme yayan kadın kahramanlar olarak gönülden gönüle yansıdılar.
Hz. Âişe vâlidemiz gelmiş geçmiş en büyük hukuk âlimi olarak bütün kadınlık âlemini şereflendirdi. Çocuk yaştaki genç kızlar ise, her türlü sıkıntı ve işkenceye karşı Peygamber sevgisi ile inanılmaz destanlar yazdı.
Hz. Rümeysa, çok zengin ve reddedilmeyecek kadar güzel bir delikanlının evlenme teklifini, o adam Müslüman olmadığı için reddedip evlilik konusunda kendi emsallerine bir numune teşkil ederken, Hz. Nesibe de, Uhud’da kendisini Efendimiz’e (ASM) siper edip iki müşrikle yalın kılıç dövüşerek akıl almaz bir cesaret örneği sergiledi.
Hz. Habibe ise, daha körpecik bir kızken, kâfirlere boyun eğmediği için gözlerine mil çekilerek kör edildi. O sırada bir cariye olan Hz. Habibe, Hz. Ebubekir’in (ra.) yardımıyla esaretten kurtulduktan sonra, 5 yıllık sözlüsünün evlenme teklifine karşı:
“Fahr-i Kâinat Efendimiz (ASM) Mekke sokaklarında çile çekerken, ben evlilik gibi bir dünya zevkini düşünemem,”
diyebilecek kadar asil bir ruha sahipti.
Efendimiz Mekke fethinde kendini karşılayan binlerce insan arasında elinde asâsıyla dolaşan Habibe’yi görünce:
“Habibe, evladım,” deyiverdi.
Bu, öyle dayanılmaz bir manzara ve öyle hüzünlü bir hitaptı ki, Mekke ufuklarından bütün kâinata yansıdı ve Rahmet-i İlâhiye, o sevinçli günde Habibe’nin üzülmesine razı olmadı.
Hz. Habibe’nin kızgın demirle oyulan gözleri bir anda açılıverdi. Ve bu hâdise, Efendimizin sayıları binlerle ifade edilen mucizeler denizine bir damla olarak ilâve edildi.
Şimdi ihtiyar dünyamızın son demindeyiz. Âhir zamanın âhirindeyiz. Ve günümüzün genç Habibe’lerinin gözleri de, Allah ve Peygamber sevgisiyle açılmış bulunuyor.
Alparslan’ın 60.000 kişilik ordusu da böyle gençlerden kurulmuştu.
Âişe’ler, Esma’lar, Fatma’lar ve Rümeysa’lar cahiliye devrinden de dehşetli olan şu zamanda, yine kahramanlık destanları yazmaya başlıyorlar.
Birçoğunun anne ve babası İslamiyet’ten habersiz olan binlerce Bilal, Talha ve Abdullah ise, İslam’ı kendine has incelikleriyle yaşarken, aynı Asr-ı Saadette olduğu gibi, anne ve babalarını şefkatle kucaklayıp küfür bataklığından kurtarıyorlar.
Bizlere bu günleri gösteren Rabbimize şükrediyoruz. O kahramanlar, yıkılmaz sanılan Bizans zırhını bir daha tamir edilemeyecek derecede parçaladı. Ufacık bir beylikten doğan muhteşem Osmanlı ise, aynı ruhla hareket ederek ülkelerle birlikte gönülleri de fethetti.
YA SULTAN FATİH?
O zaten sizler gibi gençti. Allah ve Peygamber sevgisinin 20 yaşındaki bir delikanlıdaki tecellisini, bir çağın altına attığı imza ve hisarlara nakşettiği Peygamber mührüyle ispatladı.
İşte görmek istediğiniz nesil budur.
Ve şu anda bu satırları okumakta olan binlerce genç, hasretle beklediğimiz o nur neslidir. O muhteşem neslin her bir ferdini kucaklayarak tebrik ediyor ve alınlarından öpüyoruz.