Bu ifadelerle kâinatın tümünde görev yapan her şey “kelimelere ve cümlelere” benzetilmiş, onların hayata hizmet etmekle mânâ kazandıkları nazara verilmiştir. Hayat bu varlık âleminin mânâsı hükmündedir.
Bu hakikat en açık şekilde insanda kendini gösterir. Bedendeki bütün organların şekilleri, yerleri, büyüklükleri ve vazifeleri hep hayata göre ayarlanmıştır.
Yani organlarımız birer kelime gibidir ve ruha hizmet etmekle mânâ kazanırlar. Hayat olmazsa ne midenin hazmından söz edilebilir, ne gözlerin görmesinden, ne de kulakların işitmesinden.
Bu sözün başlarında “Hayat dahi mevcudatın keşafadır” buyurmuştur.
Hayat olmazsa, ne güneşin ışığının, ne atmosferin özelliklerinin, ne gece ve gündüzün, ne mevsimlerin niçin yaratıldıkları ve ne vazife gördükleri anlaşılmaz.
Kâinat öyle özelliklerle donatılmıştır ki, bu fabrikadan Hayat mahsulü alınsın. Bir çekirdeğin, bütün bir ağaçtan süzülmesi gibi, hayat da bütün varlık âleminden süzülmüştür.
Şu görünen âlem hayata hizmet ettiği gibi, onun bir küçük misali olan insanda da beden ruha hizmet etmektedir. Kâinat da hadimdir, beden de. Mahdum olan, yani hizmet edilen hayattır, ruhtur. Burada geçen hayat kelimesi umumi bir ifadedir.
Bitki hayatını da içine alır. Ruh sadece hayvanlarda ve insanlarda bulunur ve hayat ruhun bir sıfatıdır.
Konunun devamında madde ve hayat konusunda yapılan tespitlerden birkaçı:
“Bilbedahe madde hakim değil ki ona müracaat edilsin, kemalat ondan istenilsin. Belki mahkumdur. Bir esasın hükmüne bakar. Onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İnsan İşte o esas; hayattır, ruhtur, şuurdur.”
Madde hakim değil, mahkumdur. Yaptığı işleri kendi isteğiyle ve iradesiyle değil, her şeye hükmeden Rabb’inin emri istikametinde yapmaya mecburdur. Ne dünya yörüngesini değiştirebilir, ne atmosfer bir başka gezegene göç edebilir, ne de insandaki bir organ, yahut bir hücre ruhun emri dışında bir iş görebilir.
Eller mahkumdur, kendi istekleriyle tutmazlar.
Kendi dilediklerini yazmazlar. Ruh ne emrederse onu yerine getirirler. Ayaklar da mahkumdur. Kendi keyiflerine göre yürümezler. Ruh nereyi isterse oraya giderler.
“Hem bizzarure madde lüb değil, esas değil, müstakar değil ki, işler ve kemalat ona takılsın, ona bina edilsin. Belki yarılmağa, erimeğe, yırtılmağa müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir.”
Bir çekirdeğin kabuğu, içindeki özün korunması içindir. Çekirdeğin lüb kısmı inkişaf ettikçe kabuğu zayıflamaya, yarılmaya yırtılmaya başlar, ta ki o çekirdekte “manevi kader kalemiyle” planı çizilmiş olan meyve ortaya çıkabilsin, boy gösterebilsin.
Öz olmazsa kabuk hiçbir mânâ ifade etmez.
Bu kâinatın tümü de hayata göre kabuk ve kışır hükmündedir. Hayat olmazsa gece ile gündüzün, kış ile yazın, oksijenle hidrojenin, demirle bakırın bir farkı olmaz.
Hem madde esas değil, yarılmağa, erimeğe, yırtılmağa müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir.”
Kabuk ve suret teşbihleri üzerinde durmuş olduk. Köpük benzetmesine de kısaca temas ederim. Nasıl biz, kabuğun içinde lüb bulunduğunu ve kelimenin suretinin arkasında bir mananın hükmettiğini aklen biliyor ve görüyoruz.
Aynı şekilde köpüklerin arkasında da bir denizin var olduğunu biliyoruz. O, denizin varlığına göre köpüğün varlığı çok aşağı bir derecededir. Deniz olmazsa köpük de olmaz. Mânâ olmazsa, suret ortaya konmaz. Öz olmazsa kabuk yaratılmaz.
Bütün bu misaller “madde asıl değil” hakikatini ispat etmekte ve kâinatın şu görünen maddesinin arkasında hayatın ve ruhun hükmettiğini nazara vermektedirler.
“Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücut? Ona müsahhar kalsın ve tabi olsun. Belki madde bir mânâ ile kâimdir. İşte o mânâ, hayattır, ruhtur” (Bediüzzaman, Sözler)