Hac, İslam’ın ana rükünlerinden biridir. Sözcük olarak “Yönelmek ve ziyaret etmek” anlamını taşır. Fıkhi bir terim olarak da “İmkânı olan her Müslümanın belirlenmiş vakitler içinde Kâbe’yi, Arafat, Müzdelife ve Mina’yı ziyaret etmek ve belli bazı dini görevleri yerine getirmek suretiyle yapılan ibadet”i ifade eder. Hacc, diğer peygamberlerin şeriatlarında da var olan bir ibadettir. Rivayete göre Kâ’be’yi ilk kuran Hz. Adem (as) dir. Daha sonra ise Hz. İbrahim (as) o kadim binadan geriye kalan temeller üzerinde Kâbe’yi yeniden inşa etmiştir. Cahiliye dönemi Araplarında da Kâbe’nin kutsallığı ve hacc ibadeti vardır. Ancak cahiliye döneminin şirke ve putperestliğe bulaşmış hacc menasikinin (ibadet edecek yerler. İbadet ederken lüzum edenusul ve yol, tarz) çoğunu, İslâm tadil etmiştir. İslam tarihinde Hacc, hicretin 9. yılı farz kılınmıştır. “Gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.” (Al-i İmran, 97)
“İnsanların arasında Haccı ilan et ki, gerek yaya olarak gerek uzak yollardan gelen yorgun develer üzerinde sana gelsinler.” (Hac, 27)
Resulullah (sav) efendimiz, ashabıyla hicretin en son yılı, yani onuncu yılında haccetmiş ve meşhur veda hutbesini bu hac esnasında irad etmiştir.
Hac, diğer ibadetlerden farklılığıyla hem manevi hem de maddi kazançları çok zengin bir ibadettir. Evet, muhakkak ki bütün ibadetler faydaları için değil, emrolundukları için elbette yapılmalıdır. Ancak ibadetlerin hem dünyevi hem de uhrevi kazançlar sağlayan yönlerini de bilmek gerekir. Her şeyden önce hac, bir sefer ve yolculuktur. Yolculuk ve sefere çıkmak, insan için yeni bazı şeyleri yaşayarak ve görerek öğrenmeyi sağlar. Kur’an yeryüzünde sefere çıkmayı emreder. Tabii ki bu seferin temel amacı, yeni şeyler öğrenmek ve eski kavimlerin başından geçen olaylardan ibretler alıp dersler çıkarmaktır.
“De ki: “Sizden önce (nice) Hayat tarzları gelip geçti. Öyleyse, yeryüzünde dolaşın ve hakikati yalanların sonunun ne olduğunu görün.” (Ali İmran, 137)
Hakikaten sefer ve yolculuk bir meşakkattir ve ancak her meşakkat öğreticidir. Hayatta hiçbir zorluk ve sıkıntı yaşamamış kişiler bir şey öğrenemezler. İnsanlar, yolculuk esnasında hem kendilerini hem de sefer arkadaşlarını çok daha iyi tanıma fırsatı bulurlar. Sefer edilen yerlerde yaşamış eski kavimleri ve onlardan kalmış antik eserleri gören yolcu, şu dünya hayatının fena ve fani yüzünü yaşayarak idrak etme imkanını elde eder. Hele bu yolculuk inancımızın doğup geliştiği, dünyaya yayıldığı bir yer olunca daha çok eğitici, etkileyici ve heyecan vericidir. İlk defa Kâbe’yi görüp de manevi bir heyecan yaşamayan, sevincinden ağlamayan Haccı azdır belki. “Orada apaçık nişaneler, (ayrıca)0 İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. (Al-i İmran, 97)
Hac kafilesinde görevli bir arkadaş şöyle anlatmıştı. “Medine-i Münevvere’ye vardık. Gruba kısa bir tanıtma konuşması yapıyordum. Grubun içinden yaşlı bir bayan “Hocam, şu dağlar, Resulullah’ı görmüşler mi?” diye sordu. Bu soruya “evet” deyince kadın ağlayarak yere düştü.” Hakikaten o kutsal mekânların mü’min üzerinde bıraktığı etki tarif edilemeyecek kadar muhteşem ve muazzamdır.
Diğer ibadetler gibi Hacc da, insanı konu alan ve insanın ihtiyaç duyduğu hayırların oluşmasını hedef alan bir ibadettir.
Haccın hikmeti, Allah’a yönelmiş insan ile Rabbi arasında kul-Rab ilişkisinin insanın kendi hayatı üzerindeki etkisiyle ortaya çıkar. Gazâlî’nin ifadesiyle Hacc, dinin Kemale ermesi ve teslimiyetin tamamlanmasıdır. (İhyâ, I 314).
Müslümanlar, ömürleri boyunca günde 5 defa Kâbe’ye yönelerek namaz kılarlar. Her müslüman için, imandan sonra en faziletli ibadet sayılan namazın kıblesini oluşturan mübarek mekanı görmek, orada başta Hz. Muhammed (sav) olmak üzere geçmiş peygamberlerin hak din uğrunda verdikleri mücadeleleri hatırlamak, asırlar boyunca birçok mü’minin namaz, dua ve niyazlarına sahne olan manevî atmosferde yaşamak en büyük arzulardan biridir. Hacc, bu açıdan tarihin yeniden yaşanmasıdır.
Hac esnasında Müslüman, daha önce teorik olarak haberdar olduğu, fakat lâyıkı ile yaşamadığı bir dizi imanî ve ahlakî özellikler kazanır. Sahip bulunduğu olumlu niteliklerde ise daha çok sebat ve güç kazanır. Hacc mü’minin kendi kendisinin farkına varması, özünü tanıması fırsatını sunan bir süreçtir.
Hacca hazırlık safhası bir yönüyle ölüme hazırlanmaya benzer. Sanki bir ölüm provasıdır hacc. Hacc, ibadetinde kişi çevresinden ve arzularından uzaklaşacağı, ölmeden önce bir anlamda ölümü yaşayacağı için önemli bir irade egzersizi yapmakta ve ilahî iradeye boyun eğmeye hazır olduğunu kendine telkin etmektedir. Bundan dolayı hacca hazırlanan mü’min; dini, ahlâkî ve hukukî mahiyette hak ilişkisi içine girdiği herkesle helâlleşir, borçlarını öder, bakmakla yükümlü olduğu insanların nafakalarına ayırır ve ondan sonra yola koyulur.
Hacca giden Müslüman, ihrama girerken büründüğü ihramla, kabre girerken bürüneceği kefenin benzerliğinin şuurunda olarak artık bir bakıma Dünya dışı bir düzene ayak uydurduğunu hissetmekle ve bunun etkilerini duymaktadır. İhram, sözlük anlamının da çağrıştırdığı gibi sadece zâhirî bir kıyafet değişikliği değil, insanın yaşama ve davranış biçiminin köklü bir değişikliğe uğraması demektir. Nitekim ihramlı kişi, bu kıyafeti taşıdığı süre içinde başka zamanlarda kendisine meşrû olan bir dizi davranıştan uzak durmak zorundadır. Bu program dışı hayat, kişinin alışkanlıklarından ve bağımlılıklarından kurtulması ve kendisine hesaplaşmasına imkan tanıyan önemli bir fırsattır. Bu esnada yapılan her ihlâl ya bir kefaretle karşılanır veya haccın bozulması ile sonuçlanır ki, bir anlamda dünya-âhiret bütünlüğünü canlı bir şekilde yaşamak demektir.
Kâbe ve çevresi için kullanılan “Harem” tabiri, bölgedeki bütün ilişkilerin Allah’ın emir ve yasaklarına saygı esasına göre düzenlendiğini, başta insan olmak üzere ağaç ve bitki örtüsünden hayvanlara kadar bölgedeki bütün varlıkların ilahî koruma altına alındığını ifade eder. Tavaf kişiye, her şeyin bir başka şey etrafında belli bir düzen içinde döndüğü ve insanın da bu kozmik düzenin bir parçasını teşkil ettiği şuurunu verir.
Sa’y, Müslüman’ın sırf Allah istediği için katıldığı bir yürüyüştür Müslüman bu sayede kendisi gibi aynı yola girmiş, aynı niyet ve duyguları taşıyanlarla beraber koşmanın ne demek olduğunu fark eder. Sa’y sırasında “hervele” denilen çalımlı ve hızlı yürüyüş, niyet ve duygu bütünlüğü ile kaynaşmış Ümmet ruhunun azametini yansıtır. Arafat’ta diğer mü’minlerle bir arada bulunan, kıyafetiyle artık bu dünyayı terk ettiğini gösteren mü’min, haşir ve hesaba çekiliş sahnesini temsilî bir şekilde yaşayarak sorumluluğun ve hesaba çekilmenin idrakine varır. Arafat’ta Rabbine yönelen insan daha bu dünyada, hiçbir yardımcının bulunmadığı şartlarda O’nun huzurunda durmanın mânasını, makam, servet ve ilim gibi üstünlüklerin gerçek değerinin hesaba çekileceği zaman ortaya çıkacağını anlar. Üstünlüğün sadece takvâda olmasının ne demek olduğunu kavrar. Hac esnasında çeşitli münasebetlerle yapılan dualar, sadece Allah’a teslim olmanın ve bunu söz ve davranışlarla yaşamanın özlü bir ifadesidir. Özellikle telbiye çok anlamlıdır.
“Buyur Allah’ım, buyur! Davetini duydum, sana yöneldim. Şerikin yok Allah’ım! Emrine uydum, kapına geldim. Hamd sanadır; nimet senin, mülk senindir. Şerikin yok Allah’ım!
Nihayet orada kesilen kurban, mü’minin sırf Allah istediği için malından vazgeçebildiğini belirtmesi ve bizzat kendini dahi Allah yolunda kurban edebileceğini fiiliyle göstermesi açısından anlamlıdır.
Hac esnasında hiçbir şeye zarar vermemek esas olduğundan insanın çevresi ile ilişkisinde son derece dikkatli davranması gerektiği ortaya çıkar. Özellikle bitki ve hayvan türünden canlılara karşı gösterilmesi gereken hassasiyet, kişiye başka zamanlarda kazanamayacağı ölçüde bir duyarlılık sağlar. Bunun yanında öfkelenmemek kimseyi incitmemek ve güler yüzlü olmak gibi ahlâkî davranışlar da haccı gereği gibi yerine getirenlerin elde edecekleri manevî kazançlardır.
Sonuç olarak hac esnasında Müslüman, daha önce teorik olarak haberdar olduğu, fakat lâyıkı ile yaşayamadığı bir dizi imanî ve ahlâkî özellikler kazanır. Sahip bulunduğu olumlu niteliklerde ise daha çok sebat ve güç kazanır. Hacc, mü’minin kendi kendisinin farkına varması, özünü tanıması fırsatını sunan bir süreçtir.
Hac sırasında dünyanın her tarafından Kâbe’ye gelen Müslümanlarla tanışıp kaynaşmak, bir saf olup aynı yöne yönelmek ise bambaşka bir güzelliktir. Müslümanlar, kardeş olduklarını bizzat yaşayarak fark ederler. Hacc, dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün Müslümanların aynı değerlere sahip oldukları ve bu değerlerin kendileri için ortak bir zemin oluştuğu gerçeğini ortaya koyar.
Yazımızı Hz. Pir Celaleddin-i Rumi’nin hacılara hitabıyla toparlayalım:
“Ey evini, barkını, yaşadığı şehri bırakıp kervanlarla uzun bir yolculuğu göze alan hacı!
Allah evinin yolculuğundan hoş geldin!
Kabe’yi ziyaret etmek, Hz Mustafa (sav) türbesine yüz sürmek için gündüzleri yarı aç, yarı susuz yollar açtın.
Hakk’ın kıblegâhına yüzünü, gözünü sürdün;
Allah’ın evine girdin;
“Giren eman bulur, kurtulur.” ayetinin sırrına erdin.
Bu yol tehlikelerle dolu bir yoldur.
Allah bu yolda herkesi, her çeşit tehlikeden korusun.
Sizler o mübarek yerlere kavuşmak mutluluğuna erdiniz.
Orada hacıların “Lebbek!” sesleri ta arşa kadar ulaşmada,
Gökyüzü nidalarla dolmada…
Ey Merve’yi gören!
Ey Safa tepesine çıkan hacı!
Ne mutlu sana!
Günahlarla, dedikodularla kirlenmiş olan bu fanî dudaklarımda nasıl olur da senin gözlerini öpebilirim?
Ben ancak canımla, ruhumla senin gözlerini öper, ayağına başımı korum.
Sen orada Allah’ın misafiri oldun.
Allah misafirin Aziz bir varlık olduğunu, ağırlanması gerektiğini vaat etmiştir:
“Birisi bize misafir olursa tabii ki iyi bir şekilde ağırlanacaktır.” diye buyurmuştur.
Hacıları Meş’arü’l–Harâma, Mina’ya kadar götüren devenin ayaklarına TL oprak olsun benim canım.
Hacılar hacdan dönüp gelmiş, ama gönülleri orada kalmış.
Can Kâbe’nin halkasını tutmuş.
( Divân-ı Kebîr’den)