Necip Fazıl şiirinde şöyle diyor: “Yıllarca saatim çalışmış ben durmuşum
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurtmuşum.”
Olağanüstü bir dünyada sıradan bir hayat yaşamayı beceren insanlarız.
Gafletin de türlü türlüsü var.
Genelde insanların ölümü unutmasından bahsedilir. Ama aslında daha çok hayata karşı bir gafletin ağır bastığını düşünüyorum.
İnsan yok iken varlık âlemine çıkarılmış. Benzersiz bir sima, en özel duygu dünyası, mükemmel sistemlerle donatılmış bir bedenle dünyaya gözünü açmış..
Ölümü bir düşünüyorsa, hayatı ve ona takılan nimetleri bin düşünmesi lazım değil mi? Kabri bir düşünüyorsa, dünyayı ve içinde insanın istifadesine sunulmuş lütufları bin düşünmesi gerekmez mi? Yaşamakta olduğumuz hayata bakınca, ölümden daha çok, bize verilenlerden gaflet halindeyiz diye düşündürüyor.
Birisi sormuştu:
“Yemeklerde elhamdülillah demeyi unutuyorum, neden?” diye.
Bir türlü aklına şükretmek gelmediğinden dert yanıyordu.
“Nimetlere bakışında problem var demek ki…” diye cevap vermiştim. “Eğer, bunu ben kazandım, bu benim; diye bakıyorsan şükretmek aklına gelmez. Sahip olduklarını kendi bilgin, gayretin, emeğin ile kazandığını düşünüyor ve Allah’ı hiç düşünmüyorsan, elhamdülillah demek de aklına gelmez…”
Evet, ilk düğme yanlış iliklendiğinde diğerleri de yanlış gidiyor. Asıl problem basit; düzeltmesi ise hem kolay hem de zor.
İnsan bir düşünse mesela: Allah yaratmasaydı, acaba neyi başaracaktı?. Allah akıl vermezse, yetenekler vermezse, sağlıklı bir beden vermezse, şimdi sahip olduklarından hangisine sahip olabilirdi?”…
Konuya farklı bir açıdan bakmak için şöyle bir örnek de verebiliriz: Şimdi bu sayfadaki yazıyı okuyabiliyoruz. Bu başarının ne kadarı bize ait? Evet ortada bir iş var ve bunda bizim payımız ne kadar?
Genel bir bakışla, sayfayı okumayı başarmak için beyin, göz, kalp, ağız, ciğerler ve diğer organlarla sağlıklı bir beden lazım. Bedeni ve organları yaratan ve yaşatan kim? Allah (CC). O halde beden ve organlar bizim değil; bir kenara ayıralım.
Başka ne lazım? Bedenimizdeki tüm sistemler ve onları çalıştırmak. Bu işleri de Rabbimiz yapıyor. Onlar da bize ait değil; ayıralım.
Başka? Ruhumuz, duygularımız ve bedenimizle bağlantılarının yapılıp devamlılığını sağlamak lazım. Bunları da Allah yapıyor, biz yapmıyoruz; ayıralım…
Elimizde kala kala sadece bir “isteme duygumuz” kalıyor.
İşte yaptığımız tüm işlerimizde bizim olan, sorumlu olduğumuz sadece “istemek.” Payımız sadece istemek iken, yaptığımız iyiliklere, başarılarımıza sahiplenmemiz, gururlanmamız ne kadar doğru olur ki?..
Başka bir örnekle de düşünelim: Elimizde bir lokma var. Bu lokmayı yememizde bizim payımız ne?
Öncelikle o lokmayı, dünyayı mevsimleri işletip, mahlukatını çalıştırıp yaratan Allah (CC). Bedenimizi, elimizi, ağzımızı, midemizi ve sonrasındaki sindirim, dolaşım sistemlerini yaratan ve çalıştıran Allah. Sonuçta elimizdeki sahip olduğumuzu düşündüğümüz bir lokmada dahi sadece onu “yeme isteğimiz” bize ait…İşte durum bu iken, benim benim diyerek Allah’a ait olan şeylere sahiplenmek, insanı şükürden ve hamd etmekten uzaklaştırır.
Allah mülkün, dünyanın, içindekilerin ve tüm kâinatın sahibidir. Malikü’l–Mülktür. Onun sahipliği bizim gibi sonradan meydana gelen değil, yaratma derecesinde bir sahipliktir.
Ve mülkünde ortağı da yoktur. Lâ ilahe illallah, derken bunu ifade ediyoruz.
İşte bir insan, tüm varlığı ve hayatı, olan biten her şeyin yaratılmasını Allah’a vermezse, şükretmeyi düşünemez elbette.
Varlık âlemine çıkmamızla birlikte, gerek kendi bedenimiz ve hayatımızda, gerekse dünya ve kâinatta sayısız nimetlere Mazhar oluyoruz ve varlığımız böylece devam ediyor.
İslamiyetten önceki putperest müşrikler, işte bütün bu nimetlerin her birini bir puta vererek ona şükür ve ibadet ediyorlardı. Rızkı bir puta, şifayı bir puta, zenginliği bir puta, hayatı başkasına, ölümü bir başkasına… Böyle 360 tane put edilmişlerdi.
Oysa o putlara verdikleri işler, fiiller hepsi Allah’a ait işlerdi. O işleri Allah yapıyor, o nimetleri Allah yaratıyorken müşrikler o fiilleri putlara veriyor ve onlara ibadet ediyorlardı.
İslamiyet’in ilk ve en önemli mesajı, tevhidi (İlâhın, yaratıcısının bir olduğunu) ifade eden, “Lâ ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur.) cümlesi idi.
Allah’ı her şeyin yaratanı ve sahibi bilen müminler de, şükür ve ibadetlerini yalnızca Allah’a has kıldılar. Yazının başlığında geçtiği gibi Allah’ın nimetlerini düşündüler. Ona yarattıklarıyla tanıyıp bildiler. “De ki:
“Göklerde ve yerde olup bitenlere dikkatle bakın!” emrini dikkate aldılar.
Demek ki, şükür ve ibadet işin sonucu ve meyvesidir. İnsan neye hâkimiyet, sahiplik ve yaratıcılık veriyorsa, minnettarlığını, hayranlığını da ona yöneltir. Şükrünü ibadetini de ona yapar.
Allah’a şükretmek ve halis ibadet edebilmek için öncelikle şirkten ve gafletten (duyarsızlıktan) korunmuş bir iman lazımdır.
Yani şükrümüz de hamdimiz de ne kadar bilinçli bir imana sahip olduğumuza bağlı…
Allah’a şuurlu bir kul olmanın, şevkle ve tüm kalbiyle şükretmenin anahtarını veren şu cümleyle bitirelim. Bediüzzaman Hazretlerinin, Allah’a imanı tarif ettiği çok önemli cümlesi şöyle:
“Allah’ı bilmek; bütün kâinatı ihata eden rububiyetine ve zerrelerden yıldızlara kadar cüz’i ve küllî her şey O’nun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve iradesiyle olduğuna kat’i iman etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve kelime-i küdsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur.
Yoksa “Bir Allah var” deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek (Haşa) hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve her şeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikatı onda yoktur…” (Emirdağ Lahikası 151. mektup)